İki yıl önce yılbaşına doğru dünyayı saran kötülüklere dalmış gitmişken, Berlin'den bir Alman arkadaşım bana bir video linki yolladı. Linkte siyaset bilimci Hannah Arendt'in 1964'te verdiği bir söyleşi vardı. Arendt, meşhur mülakatçı Günter Gaus'un "Zur Person" programına çıkan ilk kadındı. Bu mülakat Arendt'in "Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs'te" kitabının yayınlanmasının hemen ardından yapılmıştı. Arendt kitapta, soykırımdan sorumlu Nazi subayı Adolf Eichmann'ın yakalandıktan sonra ve Kudüs'teki mahkemede verdiği ifadeleri ele alıyordu. Arendt'in kitapta zaman zaman kullandığı ironik dil bazı çevrelerde eleştiri konusu olmuştu. Bu konuda kendisini eleştirenlerden biri de Gaus'tu. Arendt, Gaus'un sorusuna cevap verirken şunu söylüyordu: "Eichmann'ın 3 bin 600 sayfalık polis ifadesini okudum. Tüm ayrıntısıyla okudum. Kaç defa gülmem geldi, bilmiyorum. Hem de kahkahalarla." Arendt bir zamanların muktediri Eichmann'ın içinde barındırdığı ve parçası olduğu kötülüğün sıradanlığının, aslında tam kendi seçtiği kelimeyle "banalliğinin", iktidarı kaybedip yargılanırken nasıl ortaya çıktığını anlatıyordu. "Benim gözümde o bir soytarı" diyerek.
Osman Kavala hakkında geçtiğimiz günlerde, casusluk suçlamasıyla bir iddianame yayınlandı. Hannah Arendt’in bu iddianameyi de görmesini isterdim. Kavala’nın siyasi bir tutsak olmasının hapiste tutulduğu her gün tekrar tekrar kanıtlandığı yetmiyormuş gibi, bu tutumu bir de iddianame ile tescilleme ihtiyacı duymuşlardı. Osman Kavala ve devlet sırrı, askeri sır kavramlarının bir arada geçtiği bir cümle bile, insanı güldürmeye yeterdi. Ama delil olmadığı için kim bilir ne zorluklarla hazırlanan iddianamede daha fazlası da vardı. Kavala’yı "casus" yapabilmek için 2016’daki darbe girişiminden sorumlu tuttukları bir isimle bağlantılandırmaya çalışmışlardı. Ellerinden gelen ise, birbiriyle işi olmamış iki adamın isimlerini aynı cümleler içinde geçirmekten ibaret kaldı. İddianamenin 19. sayfasından: "Şüpheli Henri Jak Barkey’in İstanbul İli’nde faaliyetlerde bulunmasının ardından 10 Mart günü Adana İli’ne gitmesiyle, aynı gün şüpheli Mehmet Osman Kavala’nın da Fransa’ya gittiği 10 – 11 Mart 2016 tarihlerinde Fransa’da bulunduğu ve çeşitli görüşmeler yaptığı tespit edilmiştir."
Ya da 45. sayfa, bu kez Adil Öksüz ismi de koyulmuş: "Şüpheli Mehmet Osman Kavala’nın ise şüpheli Henri Jak Barkey’in Türkiye’den ayrılmasından sonra 6 Temmuz 2016 tarihinde Fransa Ülkesi’ne gittiği, 6 – 10 Temmuz tarihleri arasında Fransa’da bulunduğu tespit edilmiştir.
Bu süreçte, darbe girişimini yöneten firari Adil Öksüz, Kemal Batmaz ile birlikte 11 Temmuz 2016 tarihinde FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü lideri Fetullah Gülen ile darbe girişimini son kez görüşmek üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmiş ve örgüt liderinden darbeye ilişkin son talimatları alarak 13 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’ye geri dönmüştür."
Bu ve benzeri ipe sapa gelmez cümlelerle sizleri daha fazla yormayayım. Açıkçası iddianame olduğu iddia edilen bu metni okumakta ben de çok zorlandım. Hukukçu Kerem Altıparmak Twitter'da çok güzel izah etmiş durumu. Ondan bir alıntı yapayım:
"2. Osman Kavala iddianamesinde deliller:
Kavala ve Henry Barkey'in insan olmaları
Aynı gezegende yaşamaları
İkisinin de uçağa binmesi, telefon kullanması
İkisinin de Türkçe bilmesi, İstanbul'a gitmiş olmaları
İddianame haklı olarak soruyor "ne yani, bu kadar benzerlik tesadüf mü?"
Ben bunları düşünürken Arendt'i bana hatırlatan kim oldu peki, biliyor musunuz? Dilek Dündar. Eşi Can Dündar ile birlikte hayatları boyunca ortaya koydukları emekleriyle edindikleri maddi ve manevi değeri olan her şeylerine el koyuldu. İtiraz haklarını kullanacaklar, ama her şey sonu başından belli bir oyun gibi. Ona bu son absürt iddianameyle ilgili neler düşündüğümü anlatırken, Arendt'in nasıl kendini tutamadığını hatırlatan o oldu bana.
Sonra derin bir nefes alıp gazeteci Ayşegül Doğan'ın dosyasına da baktım. Memlekette tanıdığım en nesnel, özenli, kılı kırk yaran ve titizliğiyle tanınan gazetecilerden birini de örgüt üyesi yapmaya çalışıyorlar. Ona da 7 ila 15 yıllık suç biçmiş savcı. İnanılır gibi değil. Doğan, gazetecilik mesleğini icra etmek üzere Diyarbakır'da Demokratik Toplum Kongresi'nin de bulunduğu Konuk Evi'ne gidip geldiği için örgüt üyesi yapılıyor. Erbil'de bir çalıştaya katılıp haberini yaptığı için de. İMC TV'deki Gündem Müzakere programına konuk belirmeye çalışırken editörüyle yaptığı, önerilere "Bunu çok iyi formüle edelim" diye cevap verdiği konuşma da delil olarak sunuluyor. Sonra bazı ortam dinlemeleri var. Ayşegül, gazetecilikteki titizliğiyle dosyaya konulan ortam dinlemelerindeki sesin kendisine ait olmadığını Adli Tıp raporuyla tespit ettiriyor. Savcı bunu da görmezden geliyor. Unutmadan, bir de bunlar yetmiyormuş gibi, Ayşegül Doğan'ın gazeteci olup olmadığını, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'na, yani Fahrettin Altun'a sormuştu mahkeme. Kimin gazeteci olduğuna turkuvaz kartlarıyla onlar karar veriyor ya…
Kötülük, çığırından çıktıkça hakikaten gülünç oluyor.
Banu Güven
©Deutsche Welle Türkçe